20 Haziran 2015 Cumartesi

Büyük Yatırımcılar Ne kadar Finansal Okur-Yazar?


 

“Dünle beraber gitti, cancağızım,ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”-Mevlana

 

 Küçük yatırımcının borsadan uzak duruyor olması çeşitli mecralarda sürekli dile getirilmiş bir konu. Yeni olan ise cari açığın patlamasıyla keşfettiğimiz, tasarruf oranlarının düşmüş olduğu gerçeği. Bunun için de kamu, özel sektör ve sivil toplum hep birlikte bir finansal okuryazarlık seferberliği  başlattık. Bizi bir yere götürmeyecek olsa da , kolayına geldiği zaman, arabayı atın önüne koşmayı seven bir toplumuz ne de olsa... Neyse, tasarruf oranıyla ilgili  işin makro ekonomik  boyuttaki tartışmalarına girmeyip tablonun portföy yönetimiyle ilgili kısmına  bakalım.

 Sizce bu seferberliklere sponsor olan anlı şanlı kamu ya da özel  bankalarımızın yöneticileri tasarruflarını  ne ölçüde sermaye piyasası araçlarında değerlendiriyorlardır? Bu eğitimler üniversitelerle işbirliği ile veriliyor ya , yedi nesil göbekten Anglo-Sakson edalarıyla görüş veren ekonomi ve finans öğretim  görevlilerimizin ne kadarı hayatlarında hisse senedine yatırım yapmıştır? Türkiye’nin en büyük kurumsal tasarrufu olan İşsizlik Fonu’nun birikimleri nasıl değerlendiriliyordur? Sermaye piyasalarının gelişmesi  üzerine söylev veren  kamu yöneticileri, varsa sorumlu oldukları kurumsal  tasarruflarda hisse yatırımına toleransları nedir? Peki ya bu konuda kampanya düzenleyen sivil  toplum kuruluşları... Neyse uzatmıyayım; bu soruları sektörde yıllardır yaşadıklarıma dayanarak sorduğuma emin olabilirsiniz. Ve cevapları da olumsuz. Tecrübeyle sabittir.

 Diyelim ki varlıklar eşit dağılmamış ve tasarruflar en yüksek dilimin elinde ve küçük yatırımcı uzun vadeli  fonlara sahip olamıyor. Peki  uzun vadeli  kurumsal  tasarruflar neden aynı  tarzda yönetiliyor? Ya da diyelim ki küçük yatırımcı bilgi sahibi olmadığı için borsayı kumar yeri olarak görüyor  ve uzak duruyor, o zaman kurumsal  portföy yönetenlere son günlerin popüler sorusuyla sormak istiyorum: “Bu hisse senedi size ne etti?”. Temettü getirisi neredeyse mevduat  seviyesinde olan  hisseler varken uzun vadeli kurumsal yatırımcıların hisseye neden bu  kadar az alokasyon yaptığını rasyonel biçimde açıklamak mümkün mü?

 Yatırım ortamı bir ekosistem. Eğer bir yerde finansal okuryazarlıkla ilgili sıkıntı varsa bunun toplumun her  aşamasına sirayet ettiğine emin olabilirsiniz. Eğer genel kurul üyeleri finansal okuryazar değilse kurum yönetimleri  de değil. Eğer öğretim görevlilerimiz finansal okuryazar değilse küçük yatırımcımız da değil. Eğer  düzenleyici ve denetleyici otorite gerçek anlamda finansal okuryazar değilse kurumlar da değil. Bu yüzden bu bilinçlendirme seferberliğinin öncelikle seferberliği düzenleyenlere bir faydası olmasını umarım.

 Küçük ,büyük, kurumsal ya da bireysel Türk yatırımcısının tasarrufları ağırlıklı olarak üç varlık sınıfında tutuluyor: TL ya da döviz mevduatı, gayrimenkul ve altın. İtiraf etmek gerekirse şimdiye kadar altın hariç bu alokasyondan da canı çok yanmadı. Sabit getirili yatırımlardaki yüksek reel  getiriler ve gayrimenkul  değer artışları yatırımcıları mutlu etmeyi başardı. Ancak uzun bir süredir TL mevduat  can yakmaya başladı. Altın zaten getirisi olmayan sadece döviz değer artışı olarak değerlendirilebilecek spekülatif bir yatırım. İnsanların altına yatırım yapıp da gece nasıl rahat uyuduğuna hayret ederim. Son dönemde  petrolün başına gelenin altının başına gelmemesi  için bir neden  var mı? Gayrimenkul konusunda  ise; İstanbul’un taşı toprağı altınmış, onu anladık, ama gayrimenkul  değer artışları daha ne kadar genel  fiyat endeksinin üzerinde kalabilir? Ya da vergi otoritesi  bu değer artışlarını etkin bir şekilde vergilendirme kararı verirse ne olacak? Öte yandan global ekonomideki şartlardan ötürü risksiz döviz yatırım araçlarının getirilerinin geldiği seviye yabancı para tasarruflarının alım gücünü koruyamama tehlikesini de taşıyor. Yani önümüze baktığımız zaman yatırımcıyı zorlu ve her açıdan farklı bir dönem bekliyor.

 Küçük yatırımcıyı çok konuştuk, onu bir kenara koyalım. Sigorta şirketleri, özel emeklilik fonları, vakıflar, meslek odaları, birlikler, mensup vakıfları, kamu yararına dernekler, kooperatifler, aile ofisleri, üniversite fonları gibi Türkiye’de hiç de azımsanamayacak bir kurumsal  birikim var ve bu kurumsal  tasarrufların neredeyse tamamı yılların alışkanlığıyla sadece mevduat ve gayrimenkulde değerlendiriliyor. Bu kurumların çoğu profesyonel olmayan fahri yönetimlerce ve genel kurullarca seçilerek yönetiliyor. Farklı bir varlık yönetim politikası izlemek önemli bir değişimi, risk almayı ve çok geniş paydaş grubuna hesap vermeyi gerektirdiği için düşen getirilere rağmen bu kurumlarda varlık yönetimi  halen “kadimden olageldiği üzre” yani “eskiden nasılsa öyle” devam ettirilmeye çalışılmakta.

 Aslında varolan yönetimler risk almamakta çok da haksız sayılmazlar. Mesela; bir yardım vakfının genel  kuruluna o sene yapılan hisse yatırımlarının değerinin düştüğü nasıl izah edilir? ”Borsada oynayıp para batırdılar” diye en hafifinden genel kurullarda yönetimi neredeyse linç ederler. Kaldı ki eğer kurumlar bir plan, disiplin ve profesyonellikten uzakta bu yatırımlara girişirlerse “batırma” hususu  gerçekten de mümkün olabilir o da ayrı konu.

 Halbuki Batı’da her başarılı üniversitenin ardında başarılı bir endowment (bağış fonu) yönetimi var. Vakfedilen varlıkların sadece getirileriyle operasyonel  giderlerin karşılanması prensibi  üzerine kurulan bu bağış fonları  profesyonel bir sermaye şirketi  gibi yönetilerek  uzun vadeli yatırım prensibiyle kısa vadede oynaklık içerebilecek  yüksek getirili varlık sınıfları da dahil olmak üzere farklı varlık sınıflarına önceden belirlenmiş oran aralıklarında  yatırım yaparlar. Önceden belirlenmiş ve detaylandırılmış yatırım politikası ve yatırım strateji belgeleri vardır. Karar alma, icra ve hesap verme süreçleri  kurumsal olarak buna uygundur. Paydaşlar uzun vadeli stratejiyi ve programı bilir ve yönetimlerin performanslarını  buna göre değerlendirirler.

 Modern portföy yönetiminin salık verdiği gibi yatırım strateji belgelerinde varlık sınıflarının beklenen getiri ve oynaklığı kendi aralarındaki korelasyonlar gözönünde bulundurularak hesaplanır. Her varlık sınıfının kendi risk ve getirisine değil toplam portföyün beklenen getirisi ve riskine odaklanılır. Böylece bu şekilde  uzun vadeli kurumsal yatırımcılar için iki boyutlu bir katma değer yaratılır. Birincisi: bu kurumlar  uzun vadeli  yatırım ufkuna  sahip oldukları için  riskli kabul edilen varlık sınıflarının volatilitesinin uzun vadede aslında daha az  olduğu  gerçeğinden yararlanırlar. İkincisi: etkin varlık dağılımıyla varlık sınıfları arasındaki korelasyondan yararlanarak toplam portföyün risk ve getiri dengesinde katma değer yaratırlar. Yani portföye dahil edilen yatırım ürünlerinde  2+2 >4 olur. İşte bu perspektifle endowmentlar uzun vadeli  getiri hedeflerine odaklanıp kısa vadedeki volatiliteyi göze alarak riskli varlık sınıflarında cesurca  pozisyon aldılar ve ABD gibi risksiz varlıkların getirisinin düşük olduğu bir ekonomide sorumlu oldukları kurumlarının operasyonel giderlerini karşıladıkları gibi zaman zaman piyasa krizlerine maruz kalsalar da vakfedilen varlıkları da büyütmeyi başardılar.

 Aslında endowment uygulamalarının çok başarılı örneklerini  bizim geçmişimizde de bulmak mümkün. Osmanlı döneminde bir cami ya da medrese vakfedildiği zaman bu binanın asırlar boyunca yaşaması için tedbir alınır, bu binaların yanına  han, hamam ya da dükkan gibi gelir getirici varlıklarla desteklenirmiş. Çünkü akarat-ı mevküfe (vakf olunmuş gelir getiren bağışlar) olmadan bu kurumların kalıcı olmaları mümkün değildi.

 Şimdi bizde de nitelikli özel vakıf üniversitelerinin Türkiye’de kurulduğunu gözlemliyoruz ama varlık yönetimi açısından diğer kurumlardan acaba ilerideler mi? Neyseki diğer dernek tarzı yapılanmalara göre bu kurumların  karar alma süreçleri daha etkin ama yine de bir iki istisna dışında Türkiye’nin sahip olduğu ortalama finansal okuryazarlık düzeyinin bu kurumlara da sirayet etmiş olduğunu gözlemlemek şaşırtıcı değil. Sadece riskten kaçınma üzerine kurulu yatırım stratejileriyle reel  ve nominal getirilerin düştüğü bu konjonktürde vakfedilen varlıkların getirileri artık giderleri karşılamadığı için çarkların dönmesinin taşıma suyla yapıldığını gözlemliyebiliyoruz. Risksiz getiri oranımız neredeyse enflasyona eşit. Bu vakıf fonları bir dahaki sene, en az enflasyon kadar artacak giderlerini karşılamakta zorlanacaklar ve eğer ilave bağışlarla desteklenmezse  küçülmeyle yüzyüze kalacaklar.

 Finansal okuryazarlık seferberliğini biraz da kurumsal yatırımcılara taşımanın zamanının çoktan geldiğini aşağıdaki tablolar da net bir şekilde göstermiyor mu?





Neredeyse %60 hisseye yatırım yapan ABD endowment uygulamaları her açıdan Türkiye için uygun olmayabilir ama Türkiye’deki  kurumsal  tasarrufların risk alma iştahlarını gözden geçirmeleri  ve hem Türkiye finansal  piyasa gerçeklerine hem de kurumlarının büyüklük, nakit akışı, gelir - gider durumu ve misyonuna özgü dengeli ve etkin bir dağılıma doğru ilerlemeleri  şart gibi gözüküyor. Bu değişimleri yaşamak  da hiç kolay değil. Bu yüzden bir an evvel  paydaşları da dahil edecek şekilde bu tartışmaların yapılması ve “eskiden nasılsa öyle”  yatırım anlayışının yerine modern profesyonel  varlık yönetim  modellerinin geliştirilmesi gerekiyor. Müzakereler sonucunda  varılacak  mutabakatla  her  kurum kendine özgü geniş çerçeveli  ama net bir şekilde tanımlanmış bir yatırım politikası; kalem kalem varlık sınıflarıyla detaylandırılmış uzun vadeli  bir yatırım  stratejisi, buna bağlı varlık alokasyon limitleri belirleyebilir ve buna uygun yönetim süreçleri  oluşturabilir.Türk sermaye piyasası bu konuda artık daha elverişli. Kurumların finansal okuryazarlığı da gelişirse bundan sonra birbirlerini  karşılıklı geliştirmeye de devam ederler.
Forbes-Şubat 2015