“Dünle beraber gitti, cancağızım,ne kadar söz varsa düne
ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”-Mevlana
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”-Mevlana
Küçük yatırımcının borsadan uzak duruyor olması
çeşitli mecralarda sürekli dile getirilmiş bir konu. Yeni olan ise cari açığın
patlamasıyla keşfettiğimiz, tasarruf oranlarının düşmüş olduğu gerçeği. Bunun
için de kamu, özel sektör ve sivil toplum hep birlikte bir finansal
okuryazarlık seferberliği başlattık. Bizi
bir yere götürmeyecek olsa da , kolayına geldiği zaman, arabayı atın önüne
koşmayı seven bir toplumuz ne de olsa... Neyse, tasarruf oranıyla ilgili işin makro ekonomik boyuttaki tartışmalarına girmeyip tablonun
portföy yönetimiyle ilgili kısmına bakalım.
Sizce bu seferberliklere sponsor olan anlı
şanlı kamu ya da özel bankalarımızın
yöneticileri tasarruflarını ne ölçüde sermaye
piyasası araçlarında değerlendiriyorlardır? Bu eğitimler üniversitelerle işbirliği
ile veriliyor ya , yedi nesil göbekten Anglo-Sakson edalarıyla görüş veren
ekonomi ve finans öğretim görevlilerimizin
ne kadarı hayatlarında hisse senedine yatırım yapmıştır? Türkiye’nin en büyük
kurumsal tasarrufu olan İşsizlik Fonu’nun birikimleri nasıl
değerlendiriliyordur? Sermaye piyasalarının gelişmesi üzerine söylev veren kamu yöneticileri, varsa sorumlu oldukları
kurumsal tasarruflarda hisse yatırımına
toleransları nedir? Peki ya bu konuda kampanya düzenleyen sivil toplum kuruluşları... Neyse uzatmıyayım; bu
soruları sektörde yıllardır yaşadıklarıma dayanarak sorduğuma emin olabilirsiniz.
Ve cevapları da olumsuz. Tecrübeyle sabittir.
Diyelim ki varlıklar eşit dağılmamış ve
tasarruflar en yüksek dilimin elinde ve küçük yatırımcı uzun vadeli fonlara sahip olamıyor. Peki uzun vadeli kurumsal
tasarruflar neden aynı tarzda yönetiliyor?
Ya da diyelim ki küçük yatırımcı bilgi sahibi olmadığı için borsayı kumar yeri
olarak görüyor ve uzak duruyor, o zaman kurumsal
portföy yönetenlere son günlerin popüler
sorusuyla sormak istiyorum: “Bu hisse senedi size ne etti?”. Temettü getirisi
neredeyse mevduat seviyesinde olan hisseler varken uzun vadeli kurumsal
yatırımcıların hisseye neden bu kadar az
alokasyon yaptığını rasyonel biçimde açıklamak mümkün mü?
Yatırım ortamı bir ekosistem. Eğer bir yerde
finansal okuryazarlıkla ilgili sıkıntı varsa bunun toplumun her aşamasına sirayet ettiğine emin olabilirsiniz.
Eğer genel kurul üyeleri finansal okuryazar değilse kurum yönetimleri de değil. Eğer öğretim görevlilerimiz finansal
okuryazar değilse küçük yatırımcımız da değil. Eğer düzenleyici ve denetleyici otorite gerçek
anlamda finansal okuryazar değilse kurumlar da değil. Bu yüzden bu
bilinçlendirme seferberliğinin öncelikle seferberliği düzenleyenlere bir
faydası olmasını umarım.
Küçük ,büyük, kurumsal ya da bireysel Türk
yatırımcısının tasarrufları ağırlıklı olarak üç varlık sınıfında tutuluyor: TL ya
da döviz mevduatı, gayrimenkul ve altın. İtiraf etmek gerekirse şimdiye kadar altın
hariç bu alokasyondan da canı çok yanmadı. Sabit getirili yatırımlardaki yüksek
reel getiriler ve gayrimenkul değer artışları yatırımcıları mutlu etmeyi
başardı. Ancak uzun bir süredir TL mevduat can yakmaya başladı. Altın zaten getirisi
olmayan sadece döviz değer artışı olarak değerlendirilebilecek spekülatif bir
yatırım. İnsanların altına yatırım yapıp da gece nasıl rahat uyuduğuna hayret
ederim. Son dönemde petrolün başına
gelenin altının başına gelmemesi için
bir neden var mı? Gayrimenkul konusunda ise; İstanbul’un taşı toprağı altınmış, onu
anladık, ama gayrimenkul değer artışları
daha ne kadar genel fiyat endeksinin
üzerinde kalabilir? Ya da vergi otoritesi bu değer artışlarını etkin bir şekilde
vergilendirme kararı verirse ne olacak? Öte yandan global ekonomideki şartlardan
ötürü risksiz döviz yatırım araçlarının getirilerinin geldiği seviye yabancı
para tasarruflarının alım gücünü koruyamama tehlikesini de taşıyor. Yani önümüze
baktığımız zaman yatırımcıyı zorlu ve her açıdan farklı bir dönem bekliyor.
Küçük yatırımcıyı çok konuştuk, onu bir kenara
koyalım. Sigorta şirketleri, özel emeklilik fonları, vakıflar, meslek odaları, birlikler,
mensup vakıfları, kamu yararına dernekler, kooperatifler, aile ofisleri, üniversite
fonları gibi Türkiye’de hiç de azımsanamayacak bir kurumsal birikim var ve bu kurumsal tasarrufların neredeyse tamamı yılların
alışkanlığıyla sadece mevduat ve gayrimenkulde değerlendiriliyor. Bu kurumların
çoğu profesyonel olmayan fahri yönetimlerce ve genel kurullarca seçilerek
yönetiliyor. Farklı bir varlık yönetim politikası izlemek önemli bir değişimi, risk
almayı ve çok geniş paydaş grubuna hesap vermeyi gerektirdiği için düşen
getirilere rağmen bu kurumlarda varlık yönetimi halen “kadimden olageldiği üzre” yani “eskiden
nasılsa öyle” devam ettirilmeye çalışılmakta.
Aslında varolan yönetimler risk almamakta çok
da haksız sayılmazlar. Mesela; bir yardım vakfının genel kuruluna o sene yapılan hisse yatırımlarının değerinin
düştüğü nasıl izah edilir? ”Borsada oynayıp para batırdılar” diye en hafifinden
genel kurullarda yönetimi neredeyse linç ederler. Kaldı ki eğer kurumlar bir
plan, disiplin ve profesyonellikten uzakta bu yatırımlara girişirlerse
“batırma” hususu gerçekten de mümkün
olabilir o da ayrı konu.
Halbuki Batı’da her başarılı üniversitenin
ardında başarılı bir endowment (bağış
fonu) yönetimi var. Vakfedilen varlıkların sadece getirileriyle operasyonel giderlerin karşılanması prensibi üzerine kurulan bu bağış fonları profesyonel bir sermaye şirketi gibi yönetilerek uzun vadeli yatırım prensibiyle kısa vadede
oynaklık içerebilecek yüksek getirili
varlık sınıfları da dahil olmak üzere farklı varlık sınıflarına önceden
belirlenmiş oran aralıklarında yatırım
yaparlar. Önceden belirlenmiş ve detaylandırılmış yatırım politikası ve yatırım
strateji belgeleri vardır. Karar alma, icra ve hesap verme süreçleri kurumsal olarak buna uygundur. Paydaşlar uzun
vadeli stratejiyi ve programı bilir ve yönetimlerin performanslarını buna göre değerlendirirler.
Modern portföy yönetiminin salık verdiği gibi
yatırım strateji belgelerinde varlık sınıflarının beklenen getiri ve oynaklığı
kendi aralarındaki korelasyonlar gözönünde bulundurularak hesaplanır. Her
varlık sınıfının kendi risk ve getirisine değil toplam portföyün beklenen
getirisi ve riskine odaklanılır. Böylece bu şekilde uzun vadeli kurumsal yatırımcılar için iki
boyutlu bir katma değer yaratılır. Birincisi: bu kurumlar uzun vadeli
yatırım ufkuna sahip oldukları
için riskli kabul edilen varlık
sınıflarının volatilitesinin uzun vadede aslında daha az olduğu gerçeğinden yararlanırlar. İkincisi: etkin varlık
dağılımıyla varlık sınıfları arasındaki korelasyondan yararlanarak toplam
portföyün risk ve getiri dengesinde katma değer yaratırlar. Yani portföye dahil
edilen yatırım ürünlerinde 2+2 >4
olur. İşte bu perspektifle endowmentlar
uzun vadeli getiri hedeflerine odaklanıp
kısa vadedeki volatiliteyi göze alarak riskli varlık sınıflarında cesurca pozisyon aldılar ve ABD gibi risksiz
varlıkların getirisinin düşük olduğu bir ekonomide sorumlu oldukları kurumlarının
operasyonel giderlerini karşıladıkları gibi zaman zaman piyasa krizlerine maruz
kalsalar da vakfedilen varlıkları da büyütmeyi başardılar.
Aslında endowment uygulamalarının çok başarılı
örneklerini bizim geçmişimizde de bulmak
mümkün. Osmanlı döneminde bir cami ya da medrese vakfedildiği zaman bu binanın
asırlar boyunca yaşaması için tedbir alınır, bu binaların yanına han, hamam ya da dükkan gibi gelir getirici
varlıklarla desteklenirmiş. Çünkü akarat-ı
mevküfe (vakf olunmuş gelir getiren bağışlar) olmadan bu kurumların kalıcı
olmaları mümkün değildi.
Şimdi bizde de nitelikli özel vakıf
üniversitelerinin Türkiye’de kurulduğunu gözlemliyoruz ama varlık yönetimi
açısından diğer kurumlardan acaba ilerideler mi? Neyseki diğer dernek tarzı
yapılanmalara göre bu kurumların karar
alma süreçleri daha etkin ama yine de bir iki istisna dışında Türkiye’nin sahip
olduğu ortalama finansal okuryazarlık düzeyinin bu kurumlara da sirayet etmiş
olduğunu gözlemlemek şaşırtıcı değil. Sadece riskten kaçınma üzerine kurulu
yatırım stratejileriyle reel ve nominal
getirilerin düştüğü bu konjonktürde vakfedilen varlıkların getirileri artık giderleri
karşılamadığı için çarkların dönmesinin taşıma suyla yapıldığını
gözlemliyebiliyoruz. Risksiz getiri oranımız neredeyse enflasyona eşit. Bu
vakıf fonları bir dahaki sene, en az enflasyon kadar artacak giderlerini
karşılamakta zorlanacaklar ve eğer ilave bağışlarla desteklenmezse küçülmeyle yüzyüze kalacaklar.
Finansal okuryazarlık seferberliğini biraz da
kurumsal yatırımcılara taşımanın zamanının çoktan geldiğini aşağıdaki tablolar
da net bir şekilde göstermiyor mu?
Neredeyse %60
hisseye yatırım yapan ABD endowment uygulamaları her açıdan Türkiye için uygun
olmayabilir ama Türkiye’deki
kurumsal tasarrufların risk alma
iştahlarını gözden geçirmeleri ve hem
Türkiye finansal piyasa gerçeklerine hem
de kurumlarının büyüklük, nakit akışı, gelir - gider durumu ve misyonuna özgü
dengeli ve etkin bir dağılıma doğru ilerlemeleri şart gibi gözüküyor. Bu değişimleri
yaşamak da hiç kolay değil. Bu yüzden
bir an evvel paydaşları da dahil edecek
şekilde bu tartışmaların yapılması ve “eskiden nasılsa öyle” yatırım anlayışının yerine modern
profesyonel varlık yönetim modellerinin geliştirilmesi gerekiyor.
Müzakereler sonucunda varılacak mutabakatla
her kurum kendine özgü geniş
çerçeveli ama net bir şekilde
tanımlanmış bir yatırım politikası; kalem kalem varlık sınıflarıyla
detaylandırılmış uzun vadeli bir
yatırım stratejisi, buna bağlı varlık
alokasyon limitleri belirleyebilir ve buna uygun yönetim süreçleri oluşturabilir.Türk sermaye piyasası bu konuda
artık daha elverişli. Kurumların finansal okuryazarlığı
da gelişirse bundan sonra birbirlerini
karşılıklı geliştirmeye de devam ederler.